18 Aralık 2012 Salı

Cep Telefonsuz Son Gün, Son Dakikalar

Karmaşık duygular içindeyim. İlk gün de bu cümleyle başlamıştım yazıma. Ve 20 günün sonuna geldiğimde hissiyatım aynı. Ama farklı bir şekilde. Yani daha anlaşılır olmak gerekirse, 20 gün önce garip bir boşluk hissinin üzerine inşa edilmiş bir karmaşıklık hakimdi bende. Şimdi ise bir şeyi/yeri bırakıp gitmek, ne bileyim veda etme duygusu gibi bir şey var kafamda. Lost Adası'nı terk edecekmişim gibi hissediyorum. Michael gibi mesela. Aslında Michael doğru bir örnek olamadı. O tam anlamıyla ayaklarını kıçına vura vura adadan kaçmıştı. Bende o tür bir kaçış isteği yok. Geri döner miyim bilmiyorum. Arkadaşlarım ve ailem kriz geçirmese sanki daha devam edebilirim gibi geliyor. Ama edemeyeceğim çünkü işlerim giderek yoğunlaşıyor ve artık hakikaten bazı durumlarda telefona ihtiyacım oluyor. Yine de doğruya doğru çok zorlandığım bir deney(im) olmadı bu. Karar verirseniz (ve işiniz mümkün kılarsa) deneyebilirsiniz. Oluyor. Çok da iyi oluyor hatta. Ama tabii artıları kadar eksileri de var. Şu 20 günü bir toparlamak gerekirse...

* Herkes telefonuyla yaşıyor. Bunu telefonluyken de çok düşünürdüm. Mesela sporda insanlar koşu bandında, pilates dersi esnasında falan uzun uzun telefonla konuşuyorlar. Bu benim eskiden beri görüp pek garipsediğim bir şeydi. Telefonsuzken daha da gözüne batıyor insanın. Bir de kalabalık içinde bağıra çağıra güle oynaya hayatını anlatanları anlamazdım. Telefonsuzken daha da cadı teyze gibi izledim onları. Bir cık cıklamadığım kaldı, o derece.
* Arkadaşlarımla hep ev telefonu, ankesörlü telefon, mail, Facebook, Twitter üzerinden haberleştim. Garip bir şey var. Telefonun olmayınca arkadaşların sana 'ulaşılamıyorsun öf pöf' muamelesi yapıyor. Oysa mutlaka iki-üç saatte bir (bazen daha kısa aralıklarla) internetle bağlantı kurmaya çalıştım. Telefonum olsa ve toplantıda olsam o kadar saat ya da sinemada, gıkları çıkmaz. Telefonsuz olunca suçlu konumuna düşüyorsun.
* Twitter'ın dm'si hiçbir şekilde uyarı vermiyor. İlla açıp bakman lazım. Niye böyle anlamadım.
* Ara ara, "Acaba beni kim aramıştır bu kadar zaman içerisinde?" düşüncesi esip geçiyor, o histen kurtulmak bence artık mümkün değil 2012 yılında.
* Daha önce de yazdım, mesele telefon değil internetsizlikmiş. Telefonu kesinkes daha çok internet için kullandığımı(zı) biliyorum artık. Sanırım insanların ben bu kararı aldığımda, "Nasıl yapacaksııın?" diye gözlerinin yuvalarından uğraması bu sebeple oldu. Ama kendileri sebebi fark etmiş değillerdi.
* Bir yerlere giderken telefon ekranına bakmak yerine daha çok etrafımı izledim. Hep yaparım bunu da, telefon olunca aklının bir köşesi telefonda oluyor. Ya da çalıyor, bipliyor, dikkatini dağıtıyor işte.
* "Nakit paraya mı ihtiyacınız var? Kontör satın alın, kredi kartınızla zart zurt..." Böyle bir mesaj geliyordu bana tefeciden, sabah akşam. Çıldırmak üzereydim. Bir de bir inşaat malzemesi şirketi vardı, "Şu malzeme şu fiyata," diye. Onlar 20 günlüğüne de olsa hayatımdan çıktığı için müthiş rahattım. Son rahat günüm.
* Artık sürprizlerin çok az olduğu hayatlar yaşıyoruz. Yani her an birbirimizi arayabiliyor, her şeyi haber verebiliyor, arkadaşımızın oturduğu semtteysek, "Buradayım, gel bir şeyler içelim," diyebiliyoruz. Telefonum yokken en sevdiğim şeylerden biri ev telefonumdan kimin aradığını görememekti. Önce biraz tedirgindim. Ama sonra sesten kim olduğunu çıkarmaya çalışmak, bazen karıştırmak, telefona yaklaşırken kimin aradığını tahmin etmeye çalışmak güzel gelmeye başladı. Sonra mesela biriyle buluşurken gelmediğinde vapuru kaçırdığını, vs. anlayıp ona göre nasıl bir çözüm üretebileceğimi düşünmek, bir toplantıya gitmişken, "Aa şu arkadaşım da yan binada çalışıyor, bir uğrayayım," diyerek danışmadan onun masasını aratmak ve tam o esnada onun tesadüfen sigaraya çıkıyor oluşu nedeniyle kapıda karşılaşmak ve gülüşmek... Bunlar güzeldi. Pollyanna mıyım?
* Yarından itibaren telefonumu kullanmaya başlayacağım. Sanki biraz garipseyecekmişim gibi geliyor. Fakat hemen alışacağımı, bir süre sonra da eskisi gibi biri olacağımı biliyorum. Daha önce de dedim, insanoğlu her şeye alışıyor. Su gibi kabın şeklini alıyor. Güle güle telefonsuz günler...

13 Aralık 2012 Perşembe

Cep Telefonsuz 15. Gün

Dün gece telefonumu rüyamda gördüm. Galiba biraz özlüyorum kendisini. Ama gerçek hayatta böyle bir özlemim yok. Bilinçaltı olsa gerek. Bir telefon kalmıştı bilinçaltına girmesi eksik kalan. O da oldu.
Telefonsuzluk beni son derece dakik bir insan haline getirdi. Hatta buluşmalara erken gidiyorum korkudan. Fakat dün vapuru kaçırdığımdan ilk kez bir toplantıya geç kaldım. Ve her İstanbullunun her an yaptığı gibi yoldan telefon ile haber vermem mümkün olamadı. Gayet sevimsiz bir his. Vapurun içine adımımı attığımda, "İnşallah içeride tanıdık biri vardır da cep telefonunu kullanırım," diyerekten tüm yolcuları taradım robot gibi. Maalesef yoktu.
Üst kata çıkıp büfeye gittim, büfeciye (biraz da çekinerek), "Vapurlarda ankesörlü telefon oluyor mu?" diye sordum. Gülerek, "Hayır," dedi. O tam bu cevabı verdiği sırada arkasında, böyle duvara dik şekilde monte edilmiş, hani Amerikan filmlerinde mutlaka her mutfakta olan türden beyaz bir telefon gördüm. Uzun kordonlu. Sorsam mı sormasam mı ikilemi içerisinde ağzımdan çıkıverdi soru: "Peki o nedir?" Durdu, "O..." dedi, "bildiğimiz telefon. Zaman zaman evi aradığımız ettiğimiz." "Hım," dedim. Bir süre bakıştık. "Acaba ücretini versem, bir arama yapabilir miyim?" cümlesini kuramadım bir türlü. Zaten büfeci pek yardımsever birine benzemiyordu. Az sonra yaklaşıp, "Kalem var mı?" diye soran öğrenciyi de çok çabuk savuşturdu: "Var ama bana lazım."

11 Aralık 2012 Salı

Cep Telefonsuz 12. Gün

Yolun yarısını geçtim. 12. Gün. Şimdi gülünç gelecek ama kalabalıklar içinde cep telefonuyla uzun uzun ilgilenen birilerini gördükçe garipsemeye başladım. Hayatta bir kez daha anlıyorum ki, insanoğlu her şeye alışıyor. Su gibi kabın şeklini alıyor. 12 gün önce aklıma eseni (yeni izleyip sevdiğim bir filmin künyesinden Kim Milyoner Olmak İster'de sorulan sorunun doğru cevabına kadar) telefonumdan google'layabilen biriyken şimdi telefonumun olmadığını biliyor, eksikliğini çoğunlukla hissetmiyor ve hatta sohbet sırasında telefon çalması/biplemesi yüzünden sohbeti yarıda kesip bir de üstüne dakikalarca internette dolanan arkadaşlarıma sinir oluyorum. Fakat çenemi kapalı tutuyorum, çünkü sekiz gün sonra bu davranışlardan bazılarını gerçekleştirme ihtimalim yüksek.
Evvelsi gün, "Bari bu arada hattımı açtırayım, bu kadar uzun süre kapalı kalırsa iptal olabilir belki," diyerek (telefonu hala teslim almadım) iletişim merkezlerinden birine girdim. Durumu detaya girmeden anlattım, kız anlamadı. "Hattımı açtıracağım ama telefonumu birkaç gün (aslen "10 gün daha" idi) kullanmayacağım," dediğimde, şaşkın bir ifadeyle, "Niye telefonunuzu kullanmıyorsunuz ki?" dedi. "Öyle işte," diye geçiştirdim. Hikayeyi anlatmak için doğru yer ve doğru kişi değildi. Hele ki tepemde yarım ağızla, "Saçma sapan bir deney," diye homurdanan bir arkadaşım dururken...

6 Aralık 2012 Perşembe

Cep Telefonsuz 6. ve 7. Gün

Telefonsuzluğumun birinci haftasını kutladığım şu dakikalarda bir şeyi tekrar tekrar anlıyorum: Mesele telefonsuz olmak değilmiş, o kolay. Hakikaten. Zor olan internetsiz kalmak. Sanırım artık çoğu insan internet yoluyla haberleşiyor. Mail, Whatsapp, Twitter, Facebook, Instagram, vs. Çoğu zaman telefonda konuşmaya bile gerek duyulmuyor. Ya da biriyle haberleşmeseniz bile internette bir şeylerle uğraşıyor, işlerinizi hallediyor oluyorsunuz.
Bu durumda ben kendimi kolay olanı seçmişim gibi görüyorum. İnterneti -çok sık olamasa da- kullanmaya devam ediyorum çünkü. Belki de yavaş yavaş bir buhrana sürükleniyorumdur. "Daha zorunu yapmalıyım, daha zorunu yapmalıyım," gibi bir Rocky hırsıyla dolmaya başlamışımdır. Ama 'İnternetsiz 20 gün' deneyine girişmeyeceğim. En azından şimdilik.
Bugün vapurla Kadıköy'e döndüğümde meydandaki ankesörlülerden birini kullandım yine. Artık biraz profesyonelleşiyorum. Ahizeyi kulağıma değdirmeden, yani kulağımla ahize arasında üç santim bırakarak görüşme yapabiliyor, duyduğum kelimeleri birleştirerek karşımdakinin ne demeye çalıştığını anlayabiliyorum. Üstelik dibimdeki balıkçı, "Balık ekmeeeeyyk," diye bağırırken...
Telefonumun olmadığını artık bilmeme yani o yoksunluk hissini atlatmama rağmen, dışarıda olduğum zamanlarda, "Eve döneyim, internete gireyim, acil bir şey olmuş mudur?" gibi sinir bozucu bir iğne batma hissi var içimde. Onu da atlatmak istiyorum. Nitekim bugün karşıya geçip plak şirketine gidip maillerimi kontrol etme imkanı bulduğumda acil bir mesele olduğunu gördüm. Neyse ki çözüldü.
Zamanında bir reklam vardı, ilk cep telefonu telesekreterleri çıktığı dönemde. Bir anne yeni doğmuş bebeğini evde pış pış uyuturken, dış ses olarak zıvanadan çıkmış şirket çalışanlarını, akrabaları duyuyorduk: "Ayşe Hanım, toplantı ile ilgili çok önemli bir değişiklik oldu, telefonunuz kapalı, lütfen acil arayın," diyen asistanlar, Ayşe Hanım'ın panik içindeki aile fertleri falan. Ayşe Hanım, suratında huzurlu bir gülümsemeyle bebeği uyutmaya devam ediyordu. Ben kendimi her zaman Ayşe Hanım'ın asistanı yerine koyduğumdan Ayşe Hanım'a feci sinir oluyordum. Fakat şu anda bakıyorum ki, galiba ben Ayşe Hanımım.

3 Aralık 2012 Pazartesi

Cep Telefonsuz 4. ve 5. Gün

Telefonsuz olmanın en güzel tarafı, şarjın hiç bitmiyor. Son zamanlarda telefonu gün içinde en az iki kere şarj etmekten bıkmış biri olarak söylüyorum: Pil işaretinin o kırmızı görüntüsü, yüzde 10 gerginliği, şarj aletinin manasız kısalığı yüzünden iki büklüm eğilerek konuşmalar... Hepsi uçtu gitti (geri gelmek üzere tabii).
Telefonsuz olmanın bir diğer güzelliği ise telepatik yönlerinizi geliştirmesi. Mesela bugün Daha Az Renk'in müzik direktörlerinden, eski dostum Tansu Kaner'le buluşmam gerekiyordu. Yine bir ankesörlü macerasına girişmek üzere bir elime telefon kartımı, diğer elime de kağıt mendilimi almıştım ki, "Hayır!" dedim, "Tansu'yu aramayacağım çünkü onu Cadde'de bulacağım." Çok emindim bundan. Hatırlıyorum, eskiden böyle şeyler olurdu. Nitekim Erenköy civarlarında Türk kahvesini yudumlarken buldum kendisini. Bu gibi saçma mutluluklarla beşinci günümü geçiriyorum.
Fakat işin doğrusu her şey o kadar da tereyağından kıl çeker gibi ilerlemiyor. Mesela telefonsuz olunca internet bankacılığının kullanılamadığını dün fark ettim. Güvenlik şifresi telefonunuza geliyor ve o kadar. Hikaye bitiyor.
Ben iyi-kötü beşinci günümü devirirken arkadaşlarımdan bazıları isyan bayrağını çekmeye başladı. Ayhan (Abayhan) evden arayıp, "İlkçağa döndük ama!" diye azarladı, cep telefonuyla ilişkisi neredeyse ona bir nüfus kağıdı çıkartacak derecede olan menajerim Harun (Velioğlu), "Artık yeter, bitsin bu eziyet," diye veryansın etti. Henüz pes etmedim.
Enteresan bulduğum bir şey var, kimi tanıdıklarım telefonsuz olmanın görüşmeye engel olduğunu düşünüyor. Sonlarına üzgün suratlar ekledikleri maillerde, "Nasıl bulacağım seni?" yazıyor. Cumartesi akşamı mahalle pizzacımız Babbo'ya uğradığımda, yanımda sadece müzik dinleyebildiğim ve internete girebildiğim bir mp3 çalar vardı. Gün içinde arkadaşlarımdan bazılarına, "Şuraya şuraya gidebilirim," demiştim. Kalabalık mekanda sohbet ederken barmen Celal biraz şaşkın bir ifadeyle yanıma yaklaştı. Elinde Babbo'nun telsiz telefonu vardı. Telefonun ağzını kapatarak çok alçak bir sesle, "Melis Hanım," dedi, "Acaba Cenk Turanlı diye birini tanıyor musunuz? Sizi arıyor da."
Bir Reality Bites, Winona Ryder-restoran sahnesi yaşayacakmışım demek şu hayatta... Üstelik yıl '94 de değil.

1 Aralık 2012 Cumartesi

Cep Telefonsuz 2. ve 3. Gün

Çarşambadan beri neredeyse tüm arkadaşlarım telefonların artık kolaylıkla bulunduğunu, şu sinyaldi, bu aplikasyondu derken o telefonun bana mutlaka geri geleceğini söyleyip," İçini rahat tut," diyordu.
2005 yılıydı sanırım, telefonum çantamdan çalınmıştı. Savcılığa başvurduğumda görevli memur da dahil olmak üzere herkes, "Unut sen onu," demiş, altı ay sonra telefon geri geldiğinde kimse gözlerine inanamamıştı. Galiba bu konularda bir şansım var. Çünkü telefonum bulundu :) Fakaat, zannetmeyin ki ben 20 gün kararından vazgeçtim. Hayır, aynen devam. Hattım kapalı. Telefonu da 17 gün sonra teslim alacağım. Bunun ne kadar yapılabilir bir şey olduğunu görmek istiyorum.

Dün ara ara gaipten zil sesleri duysam da telefonsuzluğa biraz daha alışmıştım. Alarm ve saat meselesini bir yıldır kullanmadığım mp3 çalarla çözdüm. Ev telefonunun tuşları da kendi kendine düzeldi. Hiç sorun çıkarmıyor. Bir tek ekranı bozuk, arayan numaraları göremediğimden tedirgin bir ses tonu ile açıyormuşum. Arkadaşlarım öyle dedi.
Bugün yıllar sonra ilk kez ankesörlü telefon kullandım. Adam kartı satarken 20 dakika cep telefonları ile görüşebileceğimi söylemişti ama sanırım adam ankesörlü telefonu en son 10 yıl önce kullanmış. Çünkü dakikalar takır takır gidiyor. Beş dakika konuşabilirsem iyidir. Bu esnada bir itirafta da bulunmam gerekiyor: Selpak mendilimi çıkarıp kulağımla ahize arasına koyarak konuştum. Evet aynen bunu yaptım. Annem, "Esas ağzının olduğu bölüme koysaydın, niye kulağına koyuyorsun ki?" dedi. Onu düşünememişim.
Şu üç günde anladığım bir şey var, internetle bağlantınız olduğu sürece telefonsuz olmak çok ağır gelmiyor. Tabii bu üç günlük bir yorum. Filmlerde çölde, "Su suu, n'olur su," diye yalvaran esirler olur ya, 19. gün onlar gibi olmaktan korkuyorum. Ha korktuğum bir şey daha var: Hani sigarayı bırakanlar hiç sigara içmeyenlerden daha fanatik anti sigaracı oluyorlar ya, öyle biri olur muyum acaba telefon konusunda?
Biraz durup düşündüm şimdi. Yok olmam sanırım.

30 Kasım 2012 Cuma

Cep Telefonsuz 1. Gün

Karmaşık duygular içindeyim. Hiçbir zaman telefon bağımlısı olmadım. Telefonda uzun konuştuğumu söylerler ama cep telefonunu hiçbir zaman bir uzvum gibi görmedim. Fakat sabah kalkıp da, "Madem çalındı bu telefon, 20 gün telefonsuz yaşayacağım," kararını verdikten bir süre sonra garip bir yoksunluk hissi içime yerleşti. Odama giriyorum mesela, çıkarken göz ucuyla başucumda duran kitaba bakıyorum, üstü boş. Normalde telefonum kuzu gibi orada duruyor olur. Salona gidiyorum, yerde beyaz şarj aleti ölü bir yılan gibi yatıyor. Ev sessiz. Bir yandan diyorum ki, "Amma bağımlısı olmuşuz bu aletlerin." Sinirleniyorum. Öte yandan, "Nasıl arayacağım şimdi onu bunu?" diyorum.
Gerekli mail ve telefon görüşmelerini yaptım (ev telefonundan). Eşe, dosta bir süreliğine böyle bir hayat süreceğimi bildirdim. Onların da tepkileri karmaşık oldu. Kimi sanki uzaya gidiyormuşum gibi şaşırdı, yapılması imkansız bir şeyi başarmaya çalışıyormuşum gibi, "Çok zor, inşallah başarırsın," mesajları gönderdiler. Kimi, "Yürü Melis! Arkandayız," dedi. Ve tabii "Ne gerek var?" diyenler oldu. Bende de bir inat vardır, düşman başına. İnsanların buna bu kadar şaşırmasına daha çok şaşırdım. Bir cep telefonu nihayetinde...
Telefonun eksikliğini ilk olarak dün gece alarmı nasıl kuracağımı düşünürken hissettim. Saatim yok. Kendimi kalkış saati konusunda şartladım. Kalktım da. Yeni bir kol saati ve çalar saat almam gerekiyor. Ev telefonumun tuşları da bir süredir bozuk olduğundan kimseyi arayamıyordum. Onu yaptırmam lazım. Aslında Türk usulü üstüne iki-üç kere vurarak biraz adam ettim. Telsiz de değil. Konuşurken aynı yerde oturup duruyorum.
Gün ortası dışarı çıktım. Sokağın köşesinde elimi çantama attım, müzik dinlemek için telefonumu çıkarmak üzere. Aptal gibi hissettim kendimi. Bu telefonsuzluk insana garip mimikler, vücut hareketleri yaptırıyor. Mesela albüm fotoğraflarını çekti Evren (Arasıl). Mail ile gönderdi. Bakıyorum, "Dur hemen arayayım da haber vereyim," diyorum. Saçma uzanma hareketleri yapıyorum boşluğa. Telefon yok.
Dışarıdayken ankesörlü telefon kartı aldım. İlk sorduğumda adam, "Yurtdışı görüşmesi mi?" dedi. Ankesörlü telefonların yanından geçerken Moldovalı olduğunu tahmin ettiğim kadınların hararetli şekilde birileriyle konuştuklarını duyardım. Öyle bir şeye girişeceğimi sandı sanırım. "Yok," dedim, "yurtiçi." Bir kart verdi, cep telefonlarıyla 20 dakika konuşabiliyormuşsun. Daha kullanmadım.
Akşama doğru biraz daha alışmış gibiydim duruma. Fotoğraflarım, müziklerim gitti diye üzülüyordum, gün içinde Cenk'le (Turanlı) konuşurken, "Biliyorsun değil mi?" dedi, "O fotoğraflar gökyüzünde birer bulut şimdi." Çok güldüm. Çocuklara ölüm kavramını anlatmaya çalışan anne-babalar gibi. Aradan birkaç saat geçtiğinde Cenk facebook'tan bana bağırıp çağırıyordu:
"Yeni telefon al, yeter, yeni telefon allllll."

29 Kasım 2012 Perşembe

Aptal Hırsızların Parmakları!

Demin telefonum çalındı. Fena üzüldüm. Değerine değil. Aslında ayıp etmeyeyim, geçen sene doğum günümde arkadaşlarım almıştı toplanıp. İyi bir telefondu. Ben en çok içinde olan müziklere üzüldüm. Beste kırıntılarına, not defterine yazdığım sözlere...
Hep düşünmüşümdür. Bir şeyi bulunca bir insan, nasıl onu cebine atar? Ne dürtüyle? Ben bulduğumu sahibine ulaştırmak için karakollarda saatlerimi çürütürken. Ha ben çok ahlaklıyım diye değil, ben bunu hep bana öğretildiği şekilde yaptım da, benim kaybettiğim o telefonu arayınca çalar çalar ve sonra bir an açılır sonra ansızın kapanıp nasıl ulaşılmaz bir karanlık olur? O insanın kafasının içindeki düşüncelerden biri olmak isterim hep. Elinin hangi parmağı dokunmuştur 'elin' malına. Hangi vicdanla?
Etrafta hep "Boş ver," diyen insanlar olur. O insanlar kaybı telafi edeceklerini en iyi niyetleriyle dile getirirler. Edemezler. Yarın olur. Senin telefonun/kazağın/kalbin eksik olur. O insanlar tam gibi davranıp sana kaybettiğin her şeyi geri verecekmiş gibi gözlerle bakarlar, sen itiraf edemediğin bir eksiklik içinde olursun. Sanki kayıp için üzülmek de bir ayıp olur. Malın kıymetliymiş gibi. Anlatamazsın da. Hele benim gibi cansızlara can yükleyen insanlar hepten anlaşılmaz olur.
Telefonumu kaybettim, çok üzgünüm. Minik çantamı kaybetmiştim geçen yıl, onun için de üzülmüştüm. Bir insan gibi oldukları için. Benim için. Hayatıma eşlik ettiklerinden. Beraber bir yılı paylaştık. Şimdi berbat bir yabancının parmakları arasında hiç hak etmedikleri yaşamları sürüyorlar. Onun için üzülüyorum. İnşallah hiç üşümüyorlardır. Aptal hırsızların parmakları arasında...

6 Eylül 2012 Perşembe

Çok gülen çok ağlar

İzmir'e gidiyorduk. Tepeden uçaktan baktım. Normalde bakmam, az bakarım. "Aa," dedim, "Galiba benim yaşadığım yer görünüyor; Caddebostan." Acayip mutlu oldum, iki dakika için. Gerçekten. Sonra uçağın içine baktım tekrar. "Emniyet kemeri ışığı yanıyor mu?" dedim. "Belki tuvalete gidebilirim."
İnsan bir şeye sevinince bir gün üzüleceğini doğal olarak biliyor. Yani, "Çok gülen çok ağlar"dan ziyade, "Gül şimdi ama bir ara gerçek hayata döneceksin," gibi bir şey.
O yüzden sanırım, birkaç gün sonra erken bir ölüm haberi geldiğinde o ölüme üzülmenin yanı sıra dedim ki: "Eskisi gibi olmayacak hayat." Eskisi gibi pürüzsüz. Eskiyi de pürüzsüz sanıyorduk ya... Değildir kesin.
Gün geçtikte zorlaşıyor. Biz de daha kolay gülmeyi beceriyoruz.
İronik. Ve hüzünlü.

4 Eylül 2012 Salı

Yeni albümle ilgili birkaç haber...

"Albüm ne zaman?" soruları gelmeye başladı. Hani birlikte olan bir çifte genelde belirli bir süre sonra, "Ee evlilik ne zaman?" sorusu gelir ya, evlenen bir arkadaşım şöyle demişti:
"Evlenince biter sanıyorsun. Bu sefer, 'Ee çocuk ne zaman?' başlıyor. Çocuk yapıyorsun, 'Ee ikinci ne zaman?' başlıyor."
Çok affedersiniz ama hep gülerek bunu hatırlıyorum albüm süreçlerinde. Albüm çıkarıyorsun, "Klip ne zaman?" geliyor, klip geliyor, "İkinci ne zaman?" başlıyor. İstanbul konseri veriyorsun, "Ankara ne zaman?" deniyor. Ankara'ya, İzmir'e, Antalya'ya gidiyorsun, "İkinci albüm ne zaman?" başlıyor.
Şikayetçi değilim. Kendi içinde belirli bir mizah barındırdığını düşünüyorum bu durumun. Zaten bu sorular hiç gelmezse durum daha fena. Değil mi? Bu da benim sorum :)

Albüm için aranjör arkadaşlarımla ve grup arkadaşlarımla bir araya gelip çalışıyoruz bir süredir. Bu dönemler benim çalışmaya doyamadığım, hep daha fazla müzik yapmak istediğim, iyi bir provadan çıktıktan sonra sanki Geleceğe Dönüş'teki pembe kaykayla yerden biraz havalanarak eve dönüyormuşum gibi hissettiğim zamanlar... "Hayatta beni bu kadar mutlu eden şey az," diye düşünüp şükrettiğim zamanlar.

Albümümün adı belli. Ama şimdi söylemeyeceğim. Biraz daha alışmak istiyorum kendi kendime. Bir albüm yaparken ona bayağı insan muamelesi ettiğimi fark ediyorum. Adını çok erken safhalarda belirliyorum mesela. Onunla tanışıyorum. Nasıl bir ruh haline sahip olacağını uzun uzun düşünüyorum. Onu seviyorum. Bir insanmış gibi.

Bu albümün içinde -bir değişiklik olmazsa- dokuz şarkı olacak. Şimdi onların demolarını dinliyorum. Bir an önce sahnede söylemek istiyorum hepsini. Birkaç tanesini 12 Eylül'de Beyoğlu Hayal Kahvesi'nde çalacağız. Bir röportajımda daha kıpırtılı şarkılar yapmak istediğimi ve ikinci albümün daha mutlu olmasına gayret edeceğimi söylemiştim. Kıpırtı var da, mutluluk... Pek yok gibi. Olsun. O mutsuzluğa biraz biraz gülüyorum. Bu da iyi bir şey değil mi? Bu da benim bir başka sorum.

Konserlerde buluşmak üzere...

1 Haziran 2012 Cuma

Ben dün sağır olmak istedim.

Dün evde televizyon açık. 32. Gün var. Konu izlemeye bile tahammül edemediğim kürtaj meselesi. Öyle böyle değil anlatmam. Sokağa çıkıp bağırarak koşmak isterim bazen. Öyle öfkelendiğim konulardan biri. Dayanamıyorum ama nedense kanalı da değiştiremiyorum.
Ekranı bölmüşler dörde, Birand, konuklar, bir Türk geleneği ile birbirlerini bastıra bastıra konuşmaya çalışıyorlar. Bir adam var (ismini öğrendim sonradan, blog'umda yerin olsun istemiyorum) aynen şöyle diyor:
"Tecavüz durumunda biyolojik babanın elbette suçu vardır. Ama bunun cezasını o masum bebeğe kesmemeliyiz. Anne doğurur, çocuğa devlet bakar. Ha annenin psikolojik sorunları olabilir. Ona da devlet yardımcı olur."

Şimdi ben böyle çalışma masamın başında bilgisayardan kafamı kaldırmış televizyon ekranına bakıyorum. Gerçekten ama gerçekten o adamın kafa yapısını (beyninin içine girip oradan analiz etmek isteyecek kadar) anlamaya çalışıyorum birkaç saniye için. Bu cümleyi kurduran sebepleri düşünmeye çalışıyorum. Fakat beynim almıyor, olmuyor, pencereyi açıp avaz avaz bağırmak istiyorum, bunları duymayayım diye sağır olmak istiyorum.
Bu yetkili şahsın cümleleriyle gizliden bile değil, açıkça işaret ettiği 'aile' kurumuna bakar mısınız? Biyolojik BABA, masum ÇOCUK, psikolojik sorunları olabilecek ANNE. İşte mutlu bir 'tecavüz ailesi'. Kadının uğradığı saldırıyı yok farz et, çocuğu da günah olur diye yaşat, baba da şartlar el verdiğinde bir sonraki tecavüz ailesini kursun.
Öfkemi yenemiyorum. Diyorum ki: "Sizin kızınıza, eşinize, dostunuza olsa yine diyecek misiniz, 'Doğur canım benim, devlet bakacak...'"
Ha pardon siz öyle bir durumda bir acele o kirli kadının icabına bakıverirsiniz.

14 Mayıs 2012 Pazartesi

Önceki Hayat


Dün dediler ki: “Ellerini çok yıkayan insanlar bir önceki hayatlarında işledikleri büyük suçlardan arınmaya çalışıyorlardır.” 
Böyle bir inanış varmış. Ben ellerimi çok yıkarım. Kesin de işlemişimdir bir suç. Ağır ya da hafif. Sanki işlemeyenimiz var. En azından (varsa öyle bir şey) sonraki hayatımda telafi etmeye çalışıyorum. Bu da bir şeydir. 
Peki ya ismiyle ilgili sürekli bir problem yaşayanlar önceki hayatlarında ne yapmışlardır da başlarına bu gelir? Bunu düşünüyorum şu an. Gerçekten. 
Soyadım sürekli ama sürekli yanlış yazılıyor benim. Danışment, Danışmend, Danişment. Fatura için sorduğunda anlamayıp Danşikoman yazan kasiyer de vardı. Çünkü a’sı da uzun söyleniyor. ‘Faruk’taki gibi. Ben bunu anlatana kadar canım çıktı. Olmadı. Olamıyor. 
Sonra bir gün düşündüm, ben Spitney Beers’a girdiğimde herkes ‘Bears’ yapmıştı ismi. ‘Biralar’ olmuştu size ‘Ayılar’. Sonra ismimizi değiştirmeye karar verdiğimizde çok sevinmiştim. Yepyeni bir başlangıç olacaktı. Tertemiz bir sayfa. Uzun uğraşlar sonucu bulduğumuz ‘üçnoktabir’ oldu ‘3.1’, 3Nokta1’, ‘Üç Nokta Bir’, 'Üç.Bir'... Yanlış yazılımı her zaman doğrusundan fazlaydı. 
Ben takıntılı bir insanım. İçten içte deliririm böyle şeylere. Bu kadar delirdiğim için de gözüme çöpler batıyor da batıyor. Solo albüm çıkarınca da bu gelenek katlanarak devam etti. Soyadım afişlerin her birinde ayrı şekillerde yazılıyor. Adıma açılan fan sayfasında bile soyadım yanlış, açan sonradan fark ediyor. Ha ismimi de 'Yeliz' diye anlayan olduğu kadar 'Melih' zanneden çıkar. Sık sık. 
Ne yaptım ben acaba, önceki hayatımda?


6 Şubat 2012 Pazartesi

Teşekkür ederim.

Biraz önce bir mail geldi. Çok nazik bir dinleyici blog'unda anlatıyor, şarkılarımı dinlerkenki ruh halini...
Ben biraz tutuk bir insanım. 'Dinleyicim' diyemiyorum. Ya da 'şarkılarım' derken kendimi biraz kötü hissediyorum. Bir şeyin benimle birlikte anılıyor olması beni biraz tedirgin ediyor.
Şöyle bir cümle var: "Umutsuz ya da çökmüş bir halde misiniz? Bu sesle anlayamayacağınız bir şekilde hayat buluverirsiniz."
Geçen hafta konserde iki şarkı arasında dedim: "Öfke dolu şarkılar yazıyorum. 'Öfkeden delirdim,' diyorum. Ayaklarımı kıçıma vura vura Büyükada'ya kaçmak istiyorum. Birinin yüzüne sağlam bir yumruk atmak istiyorum. Sonra sizden gelen maillere bakıyorum: 'Melis'in sesiyle huzur buluyoruz,' diyorsunuz. Siz deli misiniz?"
Güldüler. Ben de güldüm. Ama düşünüyorum ara ara. Neden? Ve nasıl? Ve eğer mümkünse ne kadar güzel.
Hayatta bir yol seçtim. Şarkı yazıyorum. Sonra onları bir albümde toparlıyorum. Canım çıkıyor. Her detayla ayrı ayrı uğraşıyorum. Hayat devam ediyor. Belki siz o sırada bankada çalışıyorsunuz ya da ajansta masa başında, ya da okula giderken mp3 çalarınızda internetten indirmiş olduğunuz şarkılarımı dinliyorsunuz (kızmıyorum da bunun için). Sonra bana mail yazıyorsunuz. Yukarıdaki gibi. İnanılmaz içten ve anlayamadığım şekilde. Beni hiç tanımıyorsunuz. Belki sevmezsiniz bile tanısanız.
Dünyanın en şanslı insanlarından biri olduğumu düşünüyorum. Hatta kendimi çok fena hissettiğim bir anda yukarıda yazdığım gibi bir mail geliyor. Gülümsüyorum, gözlerim doluyor. Nasıl bir şey bu ben anlamadım ama olsun, mümkünse herkes bir gün hayatında bunu hissetsin.
Teşekkür ederim. Kürsüde ödül alır gibi değil. Bana bir yardımınız dokunmuş gibi. Teşekkür ederim.