31 Ağustos 2016 Çarşamba

Ses-sizlik

29 Ağustos Pazartesi uzun zamandır beklediğim bir gündü. Normal şartlarda kendimle ilgili paylaşmayacağım bir şeyi yazacağım çünkü galiba hayatımın dönüm noktalarından birini geride bıraktım. Bir ameliyat geçirdim. Boynumda uzun zamandır var olan, daha önce bir kez alınmak üzere açılıp riskleri sebebiyle dokunulamayan, fakat yıllar içinde giderek büyüyen, hatta artık dışarıdan da belli olan bir tümör vardı. Kötü huylu değildi ama büyüme hızı ve bulunduğu bölgede yarattığı baskı sebebiyle artık gecikmeden alınması gerekiyordu. Sorun şu ki, çok hassas bir ameliyat olacaktı ve birtakım riskler içeriyordu. Bunlardan ilki, benim için en sıkıntılı olanıydı: Ses telleri. Operasyon esnasında tümör çıkarılırken ses tellerimin felç olma ihtimali vardı. Yani bir daha şarkı söyleyememeyi geçtim, konuşma sesimin bile gitmesi/değişme ihtimali.
İnsan tuhaf bir yaratık. Doktor bunu bana aylar önce, “Bir şarkıcı için kabullenmesi kolay bir haber değil,” diyerek ilk söylediğinde, birkaç dakikalık şok ve gözümden yaş gelmesin diye ellerimi sıkı sıkı sıkmam haricinde, 15-20 dakika içinde kafam bana hızlıca şunu empoze etmeye başladı: “Daha beteri olabilirdi. Daha beteri olabilirdi. Sen iyi durumdasın.” Bu -her şeye rağmen- iyi senaryoydu. Aylarca kafamda yüzlerce düşünce koştu, uçuştu, yuvarlandı ve savruldu. Birkaç yakınım dışında kimseye bir şey anlatmadım. Hatta bu riski adlı adınca tam olarak hiç dile getirmedim. Hep yuvarlayarak geçiştirdim. Belki totem diye, belki de sonucu görmeden ihtimal üzerinde konuşup vahvahlanmaktan hoşlanmayan biri olduğum için, bilmiyorum. Yine de benim için tüm ilkbahar ve yaz, kişisel ve ülkesel dertlerin dışında, etrafıma ve hatta galiba kendime bile çaktırmamaya çalıştığım, kafamın arka taraflarına ittirdiğim şu düşünceyle geçti: “Hayatımın en büyük aşkına, müziğe artık veda mı edeceğim?” Hatta son konserlerime (özellikle Boğaz’daki tekne konserime) arkadaşlarıma hissettirmemeye çalışarak, “Acaba bu son mu?” diyerek çıktım.
Dedim ya, insan tuhaf bir yaratık. Hayatımın en büyük gerçekliği saydığım, onsuz yaşayamam diye düşündüğüm, benim ben olmamı sağlayan şarkı söyleme sihrini kaybetme fikrini aklım bir süre sonra kabul etti. Ya da işte eder gibi göründü. Kendime teoride yeni iş kolları yarattım, yeni bir CV hazırlarım dedim, belki azmedip bir enstrümanda uzmanlaşır ve sahneye öyle çıkarım dedim, belki bu bir fırsattır, artık bambaşka biri olurum diye düşündüm. Bir süredir kendimi yorgun hissediyordum. Çok hem de. Ülke şartları, sanat halleri derken aklımdan geçen cümleler şu noktaya kadar geldi: “Ben onu bırakamıyorum, belki de artık onun beni bırakma zamanı gelmiştir. Böylesi daha kolay.” Ameliyattan bir gece önce artık sanki hayatımda hiç şarkı söylememiş biri olduğumu hissetme noktasına kadar varmıştım :) Sanki hiç sahneye çıkmamış, hiç albüm çıkarmamış, hiç beste yapmamış. Yine de evde ufak bir şarkı mırıldandım. Gerekirse anı olarak kalsın diye. 
Ameliyata girerken en son doktoruma sesimi kaybedersem beni asistanı olarak işe almak zorunda kalacağını söyledim, bunun olmaması için elinden geleni yapacağını söyledi, uykuya daldım. Saatler sonra uyandım. Başımda doktorum, “Melis bir şeyler söyler misin?” dedi. “Merhaba,” dedim. Harika bir insan olan Prof. Dr. Günter Hafız’ın asistanı olmayacaktım, ameliyat başarılı geçmişti, felç riski ortadan kalkmıştı. Dışarıda bekleyen herkes derin bir nefes aldı. Ben şüphecilikte sınır tanımadığım için, “Bana doğruyu mu söylüyorsunuz? Şarkı söyleyebilecek miyim? Her şeye hazırlıklıyım, söyleyin,” demeye devam ettim bir süre. Artık kendimi nasıl hazırladıysam…
Şimdi annemlerin evinde, ara ara pencerenin dışındaki çınar ağaçlarına bakıp bu yazıyı yazıyorum. İyiyim. Sesimde operasyon sebebiyle bir yorgunluk izi olmasına rağmen konuşabiliyorum. İki-üç haftaya hafif ses egzersizlerine başlayıp biraz biraz şarkı söylemeye çalışacağım. Kuvvetimi kazanmam sanırım biraz zaman alacak. Büyük büyük laflar etmek istemiyorum ama galiba insan yaşı ilerledikçe şükretmenin ne kadar özel bir şey olduğunu anlıyor. Araba her an keskin dönemeçlere giriyor ve ne kadar savrulacağını hiçbir zaman kestiremiyorsun. Ama eğer toparlayabildiysen ve bir süre bile olsa düz yolda gidebiliyorsan bunun iyi bir şey olduğunu anlıyorsun. Bu kadar basit aslında. Bir süre düz yol. Buna minnet ve şükrediyorsun.

14 Mayıs 2016 Cumartesi

Evcik çıktı!

Yeni albüm Ve Ev artık elle tutulur hale geldi :) "Albüm fiziksel olarak ne zaman çıkacak?" sorularında mutlu son; müzik marketler sizi bekler!

28 Nisan 2016 Perşembe

Artık hiçbir şeye ve kimseye hayran olamamak...

Dün akşam uzun zaman sonra ilk defa İstiklal Caddesi’nde yürüdüm. Ve daha önce yüzlerce kez yürümüş olduğum bu caddede şimdiye kadar hissetmediğim bir şeyi hissettim: Korku. Gideceğim yere doğru adım atarken, şu sıralar muhtemelen herkesin sıkça yaptığı bir şeyle meşguldüm: İnsanların dış görünümlerinden, kıyafetlerinden, yüzlerindeki gerginlik ya da rahatlıktan hangisinin canlı bomba olabileceğini ya da olmayabileceğini tahmin etmeye çalışıp adımlarımı ona göre atmaya çalışıyordum. Mesela gülüp sohbet eden iki adam mı var, onlar olamazdı. Çarşaflı iki kadın? Belki elbiselerinin içinde olabilirdi. Müthiş öfkelendim bir anda bunu yaparken. Kendime, kafama, bunu yapmaya mecbur bırakanlara, olana bitene. Yahu iyi bir şey için dışarı çıkmışım, röportaj yapmak için, konser izlemek için, iki sohbet etmek, bir bira içmek için. Basit bir gün olmalı bu. Ve aklımda binlerce düşünce…
Eskiden, hafta içi bile olsa, gittiğim mekanlarda bir-iki tanıdık ya da kalabalık olurdu. Bir-iki mekana uğradım. Neredeyse elle tutulabilecek bir tatsızlık tuzsuzluk vardı havada. Cıvıl cıvıl bildiğim yerler griydi. Aklıma ortaokula yeni başladığımızda annemlerin bir sergi açılışı için kardeşimle bizi Beyoğlu’na getirdiği gün geldi. Atlas Pasajı’na doğru yürürken etrafımda gördüğüm insanlar, mekanlar, o atmosfer çarpmıştı beni. İnanılmaz bir hayranlık duymuştum. Yaşıma göre abla-abi konumundaki gençler uzun saçları, yırtık pırtık jean’leri ile güle oynaya yürüyorlardı. Sağdan soldan daha önce duymadığım müzikler geliyordu, sinema önünde kuyruklar vardı. Belki ben küçük aptal bir çocuktum ama sanki hepsi özgür ve mutlu görünüyordu. Hayatla bir bağları vardı ve yaşam dolulardı.
Dün, aynı yerde olduğuma inanamayacağım kadar ruhsuz, renksizdi o yol. Kalabalık olmasına rağmen. Belki de ben renksizdim artık. Son birkaç yıldır hiçbir şeye hayran olamadığımı düşünüp duruyorum zaten bir süredir. Bu ülkede son dönemde hayranlık duyacak bir şey, kişi bulamıyorum. Sürekli eleştirirken buluyorum kendimi. Etrafımdaki herkesin de aynı keskin tonda bir şeylerden yakındığını, tenkit ettiğini görüyorum. Üstelik bundan çok sıkılıyorum. Başöğretmenler ordusu gibi kaşlarımızı kaldıra kaldıra konuşuyor olmamızdan. Ama o kadar bayağı şey bir arada ki artık bu topraklarda, o kadar akıldışı iş yapıldı, o kadar çok yanlış doğru olarak kabul edildi, bu doğru görünümlü yanlışlar o kadar çok insanın aklına yerleşti, hak hukuk adalet o kadar zırva şeyler haline geldi, o kadar çok insan öldü, o kadar çok ihanet edildi ki bir sürü şeye, kimsenin sözü, özü hayranlık uyandırmıyor bende. 
Dönüp dönüp geçmişe sarıldığımı fark ediyorum. Eski bir şarkıya, kitaba, tonton bir dedenin anlattıklarına, üç katlı, ismi el yazısıyla yazılmış eski apartmanlara, geçmiş hatıralara. Şu hayatta anladığım şeylerden biri, geçmiş şimdiye kıyasla hep daha cazip gelen bir şey oluyor. Bu bir yanılgı çoğu zaman. Ama şimdi, bugün, geçmişin bugüne kıyasla çok ama çok iyi zamanlarla dolu olduğuna yüzde yüz eminim artık.

1 Şubat 2016 Pazartesi

26 Ocak 2016 Salı

"Gece 3'te mi dönmüş?"

Bugün bir tahlil sonucunu almak üzere Bağdat Caddesi’ndeki bir polikliniğe gittim. Laboratuvar katında üç hemşire masa başında oturmuş, telefonda bir şeye bakarak konuşuyorlardı. Ben sonuçları rica ederken kızlardan biri, “Yakalanmış!” diyordu. Konuyu anladım. Elinde telefon olan diğerine dönüp, “3’te dönüyormuş,” dedi, karşısındaki de hafifçe kaşlarını kaldırarak, “Aa 3 mü?” dedi. Ama sonra sustular, daha fazla bir şey demediler. 
Gün boyunca haberlerde, sosyal medyada gördüm Bağdat Caddesi’nde yaşanan vahim olayı. Evden çıkmadan elbette ve tabii ki, “Amaa 3’te ne işi varmışşş sokaklarda?” cümlelerini okumuştum, o yüzden tetikteydim hemşireler konuşurken. Ama sustular ve ben de sonuçları alıp çıkıp gittim. Onların ne düşündüklerini yüzde yüz bilmiyordum ama sosyal medyadan böğüren birçoklarını biliyordum. “Kadın gece sokakta olursa, bela da onu bulur.” Hele bir de 3’te mi dönmüş? Yoksa bir de içmiş mi? Bittin, kendi elinle belayı çektin.
İçim akordeon gibi katlanıyor bazen. Kadın olmayı bize öğreteceğini sanan bu kafalar… Defalarca o saatte eve dönmüş, yürümüş biri olarak çıldırasım geliyor. Mağdurun vahşeti “hak ettiğine” inanmaya çalışan bu kafalar. İçten içe kendini rahatlatmak, olayı meşrulaştırmak için uğraşmalar. “Oh tamam gece 3’te tek başına dönüyormuş, durup dururken olmamış!”
Tehlikenin kol gezmediği bir semt, şehir yok artık. Değer Deniz de katledildi, Özgecan da, ismini bildiğimiz, bilmediğimiz onlarcası, yüzlercesi de. “19 yaşındaki bir kız gece 3’te Bağdat Caddesi’nde ne tür bir eğlenceden dönebilir?” sorusunu -üstelik anket yaparak- soran Twitter dangozuna bilmediği ve hayatta anlayamayacağı bir şeyi, bu tarafta, Kadıköy’de, bilhassa Bağdat Caddesi’nde, gündüz, gece ve hatta sabaha karşı istedikleri yere gidip gelebilen kadınlar olduğunu, bunun cengaverlik falan olmadığını, buralarda büyüyenlerin buna ezelden beri alışkın olduğunu, yargılanmadıklarını, mesela anne baba evinden gece vakti çıkıp da kendi evine yürüyen evlatlara, “Dikkatli git,” demek dışında bir şey denmediğini, “Varınca ara,” cümlesine pek de ihtiyaç duyulmadığını, bunun da ahlak yoksunluğundan kaynaklanmadığını ve çok daha fazlasını anlatmak da vardı. Ama ne fayda. Poliklinikteki hemşire bile hafifçe kaşını kaldırıyor artık. Bir soru işareti var o kaşlarda. Kadının yerini kıyılara köşelere tıkmaya çalışanların bayıla bayıla büyütüp yeşerttiği müthiş sonuçlar bunlar: Hafifçe kaldırılan kaşlar ya da ağırca sosyal medyada kusulan kanlar. Ahlak anlayışınız batsın, ahlak anlayışınız yansın.

5 Ocak 2016 Salı

Yeni single yayında: BUGÜNLER PARLAK?


Üçüncü albüm bizden yola çıktı, yakında size varacak. Adı Ve Ev. Heyecanlı bir şeyler oluyor. Tüm detayları albüm çıkar çıkmaz yazacağım ama önden ilk single Bugünler Parlak?'ı yollayalım size istedik. Haberci misali. Böyle bir şeyler geliyor.

31 Mayıs 2014 Cumartesi

Henüz Kimsenin Ölmediği Bir Gün...

Bugün bir arkadaşımın doğum günü. Ve aynı zamanda ölmeye başlanacak bir sürecin ilk günü. Geri sarınca zamanı, ki aslında bu mümkün değil, 2013 yılında henüz kimsenin ölmediği bir gün bugün. Henüz sakinliğin hakim olduğu, öfkenin kibar sözlerle dile getirildiği bir gün. Biz şarabımızı içiyoruz Gezi Parkı'nda. Ah çok affedersiniz yüksek devlet büyükleri, evet şarap içiyoruz. Arkadaşlarımızla Rihanna konserine gitsek mi diye düşünmüş, vazgeçip Gezi Parkı'na devam etmişiz. Onlarca arkadaşımız ve yüzlerce tanımadığımız insanla bir araya gelmişiz. Bir festival havası.
Çok insan var içeride. Uzun zamandır görmediğim bir beraberlik ruhuna sahipler ve gülüyorlar. Ben çok huzurlu olduğumu hatırlıyorum. İçimden, "Ağaçlar," diyorum, "bizi bir araya getirdi. Dilleri yok ama güçleri hepimizden üstün." Büyük bir huzurla uykuya dalıyorum gece. Sonra sanki bir şey beni sarsmış gibi sabaha karşı uyanıyorum. Telefonumu kapatıp yatarım yıllardır, o sabaha karşı açıp Twitter'a giriyorum, hiç yapmadığım bir şey. Birol Namoğlu'nun tweet'ini hatırlıyorum ilk ve sonra başkalarının. Tam da o anda. "Girdiler!" diyorlar, anlamıyorum, neler oluyor diye düşünüyorum. Hani hep 'biz'den şüphe ettiler ya, şeytani hislerimiz, davranışlarımız, ideolojilerimizden. O ithama hiç uymayacak bir saflık ya da gerzolukla belki, "Neden? N'oluyor?" diyorum.
Bazen çizgi filmleri hatırlıyorum şu bir senede. Gargamel'i mesela. Kötülüğün iyilik karşısında hep yenilgiye uğrayan bir şey olduğunu görmüş çocuklar olarak, kötü kahkahaların bunca zaman gün yüzüne çıkıp uzun ömürlü olabilmesine inanamaz insan... Olabildiğini görüyorum. O gün, o ay ve aylar boyunca.
31 Mayıs'ta kendimizi dizginlenemeyen vahşi atlar gibi meydana atmışız. Kimse birbirini ikna etmek için çaba sarf etmemiş, herkes sanki bir mıknatıs çekmiş gibi orada toplanmış. Çünkü içler dolmuş, içler dolmuş. İçler kurumak üzere. Ama sonradan öğreneceğiz ki, kurumayacak. Bir tek unutursak kalbimiz kuruyacak. Yine de şüphe edilmiş bu saf, bu pür neşeden.
Yaşadıklarımızın bizde yarattığı his keşke sonsuz olsa. Küçükken en çok buna üzülürdüm. Yazlıkta bir tiyatro oyunu hazırlamştık, akşamında uyumak üzereyken tam, anneme hüngür hüngür ağlamıştım, "Neden?" diye sorduğunda, "Çünkü bir daha hiç aynısı olmayacak," demiştim. Dokuz ya da 10 yaşındaydım. Şimdi aynı hisle bugüne adım atıyorum. 31 Mayıs 2014'e. Bundan bir yıl önce huzurla o parkta kendimi bir işe yarar hissediyordum. Tam yakınımda Memet Ali Alabora iPad'iyle kayıt yapıyor ve güçlü bir gülümsemeyle olan biteni anlatıyordu.
"Şimdi ne olacak?" diye soran yüzlerce ve binlerce insanı duyuyorum bugün. Ben de soruyorum. Yarın ne olacak? Yaşadıklarımız bizi nereye götürecek? Evde olan biteni mi izleyeceğiz? Yoksa yine aynı yerde kalbimizin kurumadığını mı göstereceğiz? Her ne olursa olsun, yaşadığımız şeyin olağanüstülüğünü unutmayacağız. Bu uğurda ölenlerin adlarını anmadı başımızdaki 'büyükler'. Biz küçük insanlar, her gün onların cesaretini daha çok anacağız. Buradan geri dönüş yok. Senin varoluşunu kimse yenemeyecek. Her şeye rağmen. Senin kalbin ve vicdanın her şeye yetecek.