28 Nisan 2016 Perşembe

Artık hiçbir şeye ve kimseye hayran olamamak...

Dün akşam uzun zaman sonra ilk defa İstiklal Caddesi’nde yürüdüm. Ve daha önce yüzlerce kez yürümüş olduğum bu caddede şimdiye kadar hissetmediğim bir şeyi hissettim: Korku. Gideceğim yere doğru adım atarken, şu sıralar muhtemelen herkesin sıkça yaptığı bir şeyle meşguldüm: İnsanların dış görünümlerinden, kıyafetlerinden, yüzlerindeki gerginlik ya da rahatlıktan hangisinin canlı bomba olabileceğini ya da olmayabileceğini tahmin etmeye çalışıp adımlarımı ona göre atmaya çalışıyordum. Mesela gülüp sohbet eden iki adam mı var, onlar olamazdı. Çarşaflı iki kadın? Belki elbiselerinin içinde olabilirdi. Müthiş öfkelendim bir anda bunu yaparken. Kendime, kafama, bunu yapmaya mecbur bırakanlara, olana bitene. Yahu iyi bir şey için dışarı çıkmışım, röportaj yapmak için, konser izlemek için, iki sohbet etmek, bir bira içmek için. Basit bir gün olmalı bu. Ve aklımda binlerce düşünce…
Eskiden, hafta içi bile olsa, gittiğim mekanlarda bir-iki tanıdık ya da kalabalık olurdu. Bir-iki mekana uğradım. Neredeyse elle tutulabilecek bir tatsızlık tuzsuzluk vardı havada. Cıvıl cıvıl bildiğim yerler griydi. Aklıma ortaokula yeni başladığımızda annemlerin bir sergi açılışı için kardeşimle bizi Beyoğlu’na getirdiği gün geldi. Atlas Pasajı’na doğru yürürken etrafımda gördüğüm insanlar, mekanlar, o atmosfer çarpmıştı beni. İnanılmaz bir hayranlık duymuştum. Yaşıma göre abla-abi konumundaki gençler uzun saçları, yırtık pırtık jean’leri ile güle oynaya yürüyorlardı. Sağdan soldan daha önce duymadığım müzikler geliyordu, sinema önünde kuyruklar vardı. Belki ben küçük aptal bir çocuktum ama sanki hepsi özgür ve mutlu görünüyordu. Hayatla bir bağları vardı ve yaşam dolulardı.
Dün, aynı yerde olduğuma inanamayacağım kadar ruhsuz, renksizdi o yol. Kalabalık olmasına rağmen. Belki de ben renksizdim artık. Son birkaç yıldır hiçbir şeye hayran olamadığımı düşünüp duruyorum zaten bir süredir. Bu ülkede son dönemde hayranlık duyacak bir şey, kişi bulamıyorum. Sürekli eleştirirken buluyorum kendimi. Etrafımdaki herkesin de aynı keskin tonda bir şeylerden yakındığını, tenkit ettiğini görüyorum. Üstelik bundan çok sıkılıyorum. Başöğretmenler ordusu gibi kaşlarımızı kaldıra kaldıra konuşuyor olmamızdan. Ama o kadar bayağı şey bir arada ki artık bu topraklarda, o kadar akıldışı iş yapıldı, o kadar çok yanlış doğru olarak kabul edildi, bu doğru görünümlü yanlışlar o kadar çok insanın aklına yerleşti, hak hukuk adalet o kadar zırva şeyler haline geldi, o kadar çok insan öldü, o kadar çok ihanet edildi ki bir sürü şeye, kimsenin sözü, özü hayranlık uyandırmıyor bende. 
Dönüp dönüp geçmişe sarıldığımı fark ediyorum. Eski bir şarkıya, kitaba, tonton bir dedenin anlattıklarına, üç katlı, ismi el yazısıyla yazılmış eski apartmanlara, geçmiş hatıralara. Şu hayatta anladığım şeylerden biri, geçmiş şimdiye kıyasla hep daha cazip gelen bir şey oluyor. Bu bir yanılgı çoğu zaman. Ama şimdi, bugün, geçmişin bugüne kıyasla çok ama çok iyi zamanlarla dolu olduğuna yüzde yüz eminim artık.